26 Nisan 2010 Pazartesi

Ayşen Gruda



Yeşilçam'ın özgün bir Türkiye sineması yaratmaktan uzak olduğunu düşünsem de, o camiada yer alan insanların bir tür naiflik taşıdığına inanırım. O dönemin filmleri çoğunlukla yerleşik ataerkil söylemi yeniden üretmenin ötesine geçemezler. Öte yandan fakir kızın ya da oğlanın bazen aşırı karikatürleştirilmiş saflığı sanki oyunculara da geçmiş gibidir. Ayşen Gruda da gözümde dönemin masumiyetini üzerinde taşıyan oyunculardan biridir.


1.En sevdiğiniz kelime?

Sevgi, bağlılık

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Yalan

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Çocuklar, hayvanlar, doğa, rol

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Kadir kıymet bilmezlik

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Torunumun sesi

6. Nefret ettiğiniz ses?

Matkapla saat 9'da tadilat

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Pilotluk yapamam

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Bu yeteneğim doğal yetenek

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Kendim

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Avustralya'da. Ama ülkemden de memnunum

11. En önemli kusurunuz nedir?

Dobra dobra konuşmak

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sigara içmek

13. Kahramanınız kim?

Einstein

14. En çok kullandığınız küfür?

Ananın şeyi...

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

İyi, çok iyi

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Özgürlük, yalan söylememe hakkıdır

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Mutluluk anlardır zaten. Rüya kurmam

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Cehalet, cehaletin farkına varmamak. Cahiller kendilerine zarar veriyorlar aslında...

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Ölmek istemem

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Canım benim, hoş geldin. Ben de seni bekliyordum, çayı yeni demledim.



Hakikaten çok fenadır sabahın köründe matkap sesiyle uyandırılmak. Ama ben bu cevaptan bağlamın nefret ettiğimiz şeylerin oluşmasında ne denli önemli olduğunu anlıyorum. Tamam matkap sesi her zaman rahatsız edicidir ama yanından geçip gidiverdiğimiz yol kenarındaki bir çalışmanın da bizim için pek bir önemi yoktur. Ama mesela normalde çok sevdiğimiz ancak bir şeye çok konsantre olmuşken konsantrasyonumuzu bozan bir müzik; bir orman gezintisinde bize hoşluk verecekken, tam iki kişi konuşurken araya giren bir kuş sesi; yorucu bir günün arkasına gelen yoğun bir trafik gürültüsü bir anda en nefret ettiğimiz ses olabilir.

İşte “dobra dobra konuşmak” da belli tür bir bağlamda kusur haline gelir. Oysa birisinin hiç kimsenin arkasından konuşma gereği duymadan, anlatmak istediği her şeyi anlatabilmesi neden bir kusur olsun ki? Ama işte toplumsal yaşam bu kadar şeffaf gerçekleşmez. Topluma kendi olduğumuz halimizle değil, aslında bir tür toplumun bizde temsil ettiği biçimi geri yansıtarak katılırız. Burada artık kendilik diye bir şey de söz konusu değildir. Toplum genel bir kültür mefhumu olarak kişide tezahür eder. Bu tezahüre göre de herkese her şey söylenmez. İşte bu yüzden belki bir hak olarak değil ama bütün ilişkilerin şeffaflaştığı bir biçim olarak özgürlük, yalan söylemeye ihtiyaç dahi duyulmadığı bir düzen olabilir. Böyle bir düzende sıcak bir hoş geldin için Tanrının kapısına gitmeye gerek kalmaz, dostunuz zaten çay suyunu koymuş sizi bekliyordur. Orada başkalarının hayatı değil; çocuklar, hayvanlar, doğa, sinema konuşulur; konuşmakla yetinilmez, yaşama bağlılık ve sevgiyle katılınır. Çünkü orada gerçekler rüya, rüyalar gerçektir...
Paylaş

13 Nisan 2010 Salı

Min Dît Evrim, Min Dît...


Bazen cevaplar kendisini öyle ele veriyor ki, ölümün ele avuca sığmazlığı gibi bir sahiciliği görüyorsunuz orada. Evet her ölüm erken ölüm belki ama, bazılarına erken ölüm gerçekten hiç yakışmıyor. Diyarbakır'ın sert ikliminde "her şeye rağmen" nasıl ayakta kalınabileceğini gösteriyordu Evrim Alataş. Çok erken kaybettik. Boğazımızdaki düğümlenmeyi bir nebze dindirebilmek için sözü ona bırakalım. Ama önce:

Min Dit Evrim, Min Dit...
Riya te bıla vekiri be, hevvala heja*...

1.En sevdiğiniz kelime?

Direnç

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Olmaz

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Üretmek

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Hiçlik

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Ruh halime göre bazen kuş, bazen su, bazen araba

6. Nefret ettiğiniz ses?

Beton kırıcısı

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Emlakçı

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

İyi bir ses

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Hiç düşünmedim

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Mutluluğun olduğu her yer

11. En önemli kusurunuz nedir?

Acelecilik

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sigara

13. Kahramanınız kim?

Yok

14. En çok kullandığınız küfür?

Hastir

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Keyifli ama tedirgin

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Hiç ölmeyecekmiş gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi keyfine bak

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Sağlıklı olmak

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Gülememek

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Farkında olmadan mesela uykuda

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Haklısın Kürtlere haksızlık ettim

* Gördüm Evrim, Gördüm...
Yolun açık olsun değerli arkadaşım
Paylaş

1 Nisan 2010 Perşembe

Feyyaz Uçar


Aslında niyetim bu köşeye konuk edilen herkesi mercek altına almayıp biraz daha rahat davranmaktı. Ancak Taraf gazetesinin bu köşeyi bir süre yayınlamaması üzerine açıkçası biraz gözüm korktu. Şimdi, “aman yine yayınlamazlarsa ve ben daha önce verilen cevapları da kaçırırsam” diye panikliyorum. Üstüne üstlük bu köşe Taraf gazetesinin internet sitesinde de yayınlanmıyor. Bu yüzden, elle tutulur bir yorum yapamasam da, en azından verilen cevapları arşivlemiş olurum diye düşündüm. Neyse ki Feyyaz Uçar'ın verdiği cevaplar sadece arşivlemenin ötesinde de anlamlar taşıyor. Zaten Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünün katıldığı bir Ntvspor programında da dikkatimi çekmişti Feyyaz. Gazetelerdeki futbol yazarlarını epeydir okumuyorum, bu yüzden Feyyaz'ın köşe yazarlığı hakkında bir yorum yapamayacağım. Ama onun 20 soruya verdiği cevaplar üzerinden, hem futbolcu psikolojisi hem de Feyyaz hakkında düşünebiliriz.



1.En sevdiğiniz kelime?

Günaydın

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Bekle

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Biz

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Onlar

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Müzik

6. Nefret ettiğiniz ses?

Tadilat

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Memuriyet

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Uçmak

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Kimse

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Ülkemde

11. En önemli kusurunuz nedir?

Geç yatmak

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sabah uykusu

13. Kahramanınız kim?

Atatürk

14. En çok kullandığınız küfür?

Ortaya karışık

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Anlatılmaz yaşanır

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Savaşmadan kazanmak en iyisidir

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Teknede uyanmak

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Uzak kalmak

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Uykuda

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Günaydın



Feyyaz Uçar'ın biz ve onlar karşıtlığı üzerinden heyecanlanıp heyecanını kaybetmesi, herhalde futbolun galibiyet ve mağlubiyet üzerinden anlam kazanan bir oyun olmasından dolayı olsa gerek. Belki de futbol bir oyun olmanın ötesinde toplumsal bir olgu olarak zihniyetlere öylesine nüfuz ediyordur ki, hayat da artık o siyah-beyaz karşıtlığı etrafında anlam kazanıyordur. Bu zihniyeti Feyyaz Uçar'ın Beşiktaşlı olmasına yoracak değilim. Ama en azından, Türkiye'de futbolcuların geniş bir ufka sahip olamadıklarını söyleyebiliriz. (Dünyadan bunun tersi bir örnek için bkz: http://bianet.org/bianet/spor/80777-lillian-thuram-miles-davis-solosu )


Feyyaz Uçar heyecanla ilgili düşüncelerini biz-onlar ikiliğine sıkıştırmamış olsaydı, onun “savaşmadan kazanmak en iyisidir” düsturunu bambaşka bir şekilde yorumlayabilirdim. Dünyayla çatışmacı olmayan bir ilişkinin arzulandığı Budizm'den girip; herkesin kendine dair faydayı, ancak başkasının da faydasına dokunabilecek şekilde elde edebildiği Spinozacı bir evren anlayışına kadar gidebilirdim. Ama burada herhalde savaşmanın beyhudeliğinden ziyade, kazanmanın önemi vurgulanıyor gibi. Böyle bile olsa, savaşmayı yeren bir cevabı önemsiyorum. Kazanmak için vurup kırıp parçalamanın, hatta öldürmenin meşru olduğu, rakiplerin düşman gibi görüldüğü bir ortamda savaşmadan kazanmayı savunmak bile önemlidir.

Feyyaz Uçar'da, yine bence futbolculuğun belli bir algılayış biçimine sıkışıp kalmasından kaynaklanan bir tür popülizm de gözlemliyorum. Kahramanının Atatürk, yaşamak istediği yerin ülkesi, en sevdiği sesin müzik (!) olması ve kendinden başka hiç kimse olmak istememesi bize Feyyaz Uçar'a dair genelden fazla bir şey anlatmıyor. Bunun yanında “teknesinde uyanmayı düşleyen”, “ortaya karışık küfürler eden”, “memurluk yapmak istemeyen” Feyyaz, bana daha samimi geliyor.

Bu bloğu ilk açtığımda söylediğim bir şey vardı. Bir söz birisinden çıkıp topluma yayıldığında, artık o söz, o kişinin sözü olarak kalamaz, kişiselliğini kaybeder. O artık tıpkı bir jest, kurumsal bir yapılanma, farklı türde dağılıp çözülen farklı olma biçimleri gibi, adına genel olarak sözce diyebileceğimiz bir söylem parçası haline gelir. Aslında olmayan bir kurumun adı olan toplum, üstüne kaydedilen bu sözcelerle kendini her defasında başka türlü üretir. Topluma dair bir inceleme, bu yığılmanın bir şekilde gözlenmesi olabilir. Futbolda da süregiden bir holiganizm, şiddeti adeta meşrulaştıran bir kurumsal yapılanma ve adeta toplumdaki farklı olgulara ayna tutan bir kamplaşma söz konusu. İşte diyorum ki, bu yapı ile onun altındaki herhangi bir unsur, mesela futbolcuların maç sonrası televizyonlara çıkıp kendilerini hep aynı şekilde ifade etmeleri, arasında derin ilişkiler mevcuttur. Diyorum ki, konuşan konuştuğunda aslında konuşan o değildir. Anlatılmaz yaşanır!
Paylaş