26 Nisan 2010 Pazartesi

Ayşen Gruda



Yeşilçam'ın özgün bir Türkiye sineması yaratmaktan uzak olduğunu düşünsem de, o camiada yer alan insanların bir tür naiflik taşıdığına inanırım. O dönemin filmleri çoğunlukla yerleşik ataerkil söylemi yeniden üretmenin ötesine geçemezler. Öte yandan fakir kızın ya da oğlanın bazen aşırı karikatürleştirilmiş saflığı sanki oyunculara da geçmiş gibidir. Ayşen Gruda da gözümde dönemin masumiyetini üzerinde taşıyan oyunculardan biridir.


1.En sevdiğiniz kelime?

Sevgi, bağlılık

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Yalan

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Çocuklar, hayvanlar, doğa, rol

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Kadir kıymet bilmezlik

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Torunumun sesi

6. Nefret ettiğiniz ses?

Matkapla saat 9'da tadilat

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Pilotluk yapamam

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Bu yeteneğim doğal yetenek

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Kendim

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Avustralya'da. Ama ülkemden de memnunum

11. En önemli kusurunuz nedir?

Dobra dobra konuşmak

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sigara içmek

13. Kahramanınız kim?

Einstein

14. En çok kullandığınız küfür?

Ananın şeyi...

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

İyi, çok iyi

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Özgürlük, yalan söylememe hakkıdır

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Mutluluk anlardır zaten. Rüya kurmam

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Cehalet, cehaletin farkına varmamak. Cahiller kendilerine zarar veriyorlar aslında...

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Ölmek istemem

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Canım benim, hoş geldin. Ben de seni bekliyordum, çayı yeni demledim.



Hakikaten çok fenadır sabahın köründe matkap sesiyle uyandırılmak. Ama ben bu cevaptan bağlamın nefret ettiğimiz şeylerin oluşmasında ne denli önemli olduğunu anlıyorum. Tamam matkap sesi her zaman rahatsız edicidir ama yanından geçip gidiverdiğimiz yol kenarındaki bir çalışmanın da bizim için pek bir önemi yoktur. Ama mesela normalde çok sevdiğimiz ancak bir şeye çok konsantre olmuşken konsantrasyonumuzu bozan bir müzik; bir orman gezintisinde bize hoşluk verecekken, tam iki kişi konuşurken araya giren bir kuş sesi; yorucu bir günün arkasına gelen yoğun bir trafik gürültüsü bir anda en nefret ettiğimiz ses olabilir.

İşte “dobra dobra konuşmak” da belli tür bir bağlamda kusur haline gelir. Oysa birisinin hiç kimsenin arkasından konuşma gereği duymadan, anlatmak istediği her şeyi anlatabilmesi neden bir kusur olsun ki? Ama işte toplumsal yaşam bu kadar şeffaf gerçekleşmez. Topluma kendi olduğumuz halimizle değil, aslında bir tür toplumun bizde temsil ettiği biçimi geri yansıtarak katılırız. Burada artık kendilik diye bir şey de söz konusu değildir. Toplum genel bir kültür mefhumu olarak kişide tezahür eder. Bu tezahüre göre de herkese her şey söylenmez. İşte bu yüzden belki bir hak olarak değil ama bütün ilişkilerin şeffaflaştığı bir biçim olarak özgürlük, yalan söylemeye ihtiyaç dahi duyulmadığı bir düzen olabilir. Böyle bir düzende sıcak bir hoş geldin için Tanrının kapısına gitmeye gerek kalmaz, dostunuz zaten çay suyunu koymuş sizi bekliyordur. Orada başkalarının hayatı değil; çocuklar, hayvanlar, doğa, sinema konuşulur; konuşmakla yetinilmez, yaşama bağlılık ve sevgiyle katılınır. Çünkü orada gerçekler rüya, rüyalar gerçektir...
Paylaş

13 Nisan 2010 Salı

Min Dît Evrim, Min Dît...


Bazen cevaplar kendisini öyle ele veriyor ki, ölümün ele avuca sığmazlığı gibi bir sahiciliği görüyorsunuz orada. Evet her ölüm erken ölüm belki ama, bazılarına erken ölüm gerçekten hiç yakışmıyor. Diyarbakır'ın sert ikliminde "her şeye rağmen" nasıl ayakta kalınabileceğini gösteriyordu Evrim Alataş. Çok erken kaybettik. Boğazımızdaki düğümlenmeyi bir nebze dindirebilmek için sözü ona bırakalım. Ama önce:

Min Dit Evrim, Min Dit...
Riya te bıla vekiri be, hevvala heja*...

1.En sevdiğiniz kelime?

Direnç

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Olmaz

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Üretmek

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Hiçlik

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Ruh halime göre bazen kuş, bazen su, bazen araba

6. Nefret ettiğiniz ses?

Beton kırıcısı

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Emlakçı

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

İyi bir ses

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Hiç düşünmedim

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Mutluluğun olduğu her yer

11. En önemli kusurunuz nedir?

Acelecilik

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sigara

13. Kahramanınız kim?

Yok

14. En çok kullandığınız küfür?

Hastir

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Keyifli ama tedirgin

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Hiç ölmeyecekmiş gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi keyfine bak

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Sağlıklı olmak

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Gülememek

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Farkında olmadan mesela uykuda

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Haklısın Kürtlere haksızlık ettim

* Gördüm Evrim, Gördüm...
Yolun açık olsun değerli arkadaşım
Paylaş

1 Nisan 2010 Perşembe

Feyyaz Uçar


Aslında niyetim bu köşeye konuk edilen herkesi mercek altına almayıp biraz daha rahat davranmaktı. Ancak Taraf gazetesinin bu köşeyi bir süre yayınlamaması üzerine açıkçası biraz gözüm korktu. Şimdi, “aman yine yayınlamazlarsa ve ben daha önce verilen cevapları da kaçırırsam” diye panikliyorum. Üstüne üstlük bu köşe Taraf gazetesinin internet sitesinde de yayınlanmıyor. Bu yüzden, elle tutulur bir yorum yapamasam da, en azından verilen cevapları arşivlemiş olurum diye düşündüm. Neyse ki Feyyaz Uçar'ın verdiği cevaplar sadece arşivlemenin ötesinde de anlamlar taşıyor. Zaten Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünün katıldığı bir Ntvspor programında da dikkatimi çekmişti Feyyaz. Gazetelerdeki futbol yazarlarını epeydir okumuyorum, bu yüzden Feyyaz'ın köşe yazarlığı hakkında bir yorum yapamayacağım. Ama onun 20 soruya verdiği cevaplar üzerinden, hem futbolcu psikolojisi hem de Feyyaz hakkında düşünebiliriz.



1.En sevdiğiniz kelime?

Günaydın

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Bekle

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Biz

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Onlar

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Müzik

6. Nefret ettiğiniz ses?

Tadilat

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Memuriyet

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Uçmak

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Kimse

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Ülkemde

11. En önemli kusurunuz nedir?

Geç yatmak

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sabah uykusu

13. Kahramanınız kim?

Atatürk

14. En çok kullandığınız küfür?

Ortaya karışık

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Anlatılmaz yaşanır

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Savaşmadan kazanmak en iyisidir

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Teknede uyanmak

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Uzak kalmak

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Uykuda

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Günaydın



Feyyaz Uçar'ın biz ve onlar karşıtlığı üzerinden heyecanlanıp heyecanını kaybetmesi, herhalde futbolun galibiyet ve mağlubiyet üzerinden anlam kazanan bir oyun olmasından dolayı olsa gerek. Belki de futbol bir oyun olmanın ötesinde toplumsal bir olgu olarak zihniyetlere öylesine nüfuz ediyordur ki, hayat da artık o siyah-beyaz karşıtlığı etrafında anlam kazanıyordur. Bu zihniyeti Feyyaz Uçar'ın Beşiktaşlı olmasına yoracak değilim. Ama en azından, Türkiye'de futbolcuların geniş bir ufka sahip olamadıklarını söyleyebiliriz. (Dünyadan bunun tersi bir örnek için bkz: http://bianet.org/bianet/spor/80777-lillian-thuram-miles-davis-solosu )


Feyyaz Uçar heyecanla ilgili düşüncelerini biz-onlar ikiliğine sıkıştırmamış olsaydı, onun “savaşmadan kazanmak en iyisidir” düsturunu bambaşka bir şekilde yorumlayabilirdim. Dünyayla çatışmacı olmayan bir ilişkinin arzulandığı Budizm'den girip; herkesin kendine dair faydayı, ancak başkasının da faydasına dokunabilecek şekilde elde edebildiği Spinozacı bir evren anlayışına kadar gidebilirdim. Ama burada herhalde savaşmanın beyhudeliğinden ziyade, kazanmanın önemi vurgulanıyor gibi. Böyle bile olsa, savaşmayı yeren bir cevabı önemsiyorum. Kazanmak için vurup kırıp parçalamanın, hatta öldürmenin meşru olduğu, rakiplerin düşman gibi görüldüğü bir ortamda savaşmadan kazanmayı savunmak bile önemlidir.

Feyyaz Uçar'da, yine bence futbolculuğun belli bir algılayış biçimine sıkışıp kalmasından kaynaklanan bir tür popülizm de gözlemliyorum. Kahramanının Atatürk, yaşamak istediği yerin ülkesi, en sevdiği sesin müzik (!) olması ve kendinden başka hiç kimse olmak istememesi bize Feyyaz Uçar'a dair genelden fazla bir şey anlatmıyor. Bunun yanında “teknesinde uyanmayı düşleyen”, “ortaya karışık küfürler eden”, “memurluk yapmak istemeyen” Feyyaz, bana daha samimi geliyor.

Bu bloğu ilk açtığımda söylediğim bir şey vardı. Bir söz birisinden çıkıp topluma yayıldığında, artık o söz, o kişinin sözü olarak kalamaz, kişiselliğini kaybeder. O artık tıpkı bir jest, kurumsal bir yapılanma, farklı türde dağılıp çözülen farklı olma biçimleri gibi, adına genel olarak sözce diyebileceğimiz bir söylem parçası haline gelir. Aslında olmayan bir kurumun adı olan toplum, üstüne kaydedilen bu sözcelerle kendini her defasında başka türlü üretir. Topluma dair bir inceleme, bu yığılmanın bir şekilde gözlenmesi olabilir. Futbolda da süregiden bir holiganizm, şiddeti adeta meşrulaştıran bir kurumsal yapılanma ve adeta toplumdaki farklı olgulara ayna tutan bir kamplaşma söz konusu. İşte diyorum ki, bu yapı ile onun altındaki herhangi bir unsur, mesela futbolcuların maç sonrası televizyonlara çıkıp kendilerini hep aynı şekilde ifade etmeleri, arasında derin ilişkiler mevcuttur. Diyorum ki, konuşan konuştuğunda aslında konuşan o değildir. Anlatılmaz yaşanır!
Paylaş

29 Mart 2010 Pazartesi

Aslı Erdoğan


Tam eski gazeteleri karıştırmaya başlamıştım ki imdadıma Aslı Erdoğan yetişti. Taraf gazetesi bir süredir 20 soru köşesini yayınlamıyor. Acaba dedim benim bloğun haberini aldılar da köşeyi rafa mı kaldırdılar?! Yok, herhalde vakitleri olmamıştır, ya da soru soracak insan bulamamışlardır. İşte tam bunları düşünüyordum ki Aslı Erdoğan hızır gibi geldi. Hem de ne gelmek. Hem cevaplarını beğendim, hem de kelimeler konusunda aynı şekilde düşünmemize sevindim. Neyse, sözü fazla uzatmadan hemen cevaplara geçeyim. Yine tamamını yayınlıyorum.


1.En sevdiğiniz kelime?

Sanskritçe'den geldiğini öğrendiğimden beri daha da çok sevdiğim kadim bir kelime: Can.

2.Nefret ettiğiniz kelime?

Kelimelerden nefret edemem ben. Nefret ettiğim şeylerin, “işkence” gibi, “iktidar” gibi, ya bir de adını koyamasaydım.

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Başlangıçlar, karşılaşmalar, cümleler

4.Heyecanınızı ne öldürür?

Virgüller, cesaret noksanlığı, ucuzluk

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Müzik dışında her tür su sesi... Dalga, ırmak, çağlayan, yağmur...

6. Nefret ettiğiniz ses?

Brezilya'dayken silah seslerine panik atak geliştirmiştim. Ani seslerden, tadilat gürültüsünden nefret ederim.

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Hiyerarşik yapılarda barınamıyorum. Geriye meslek kalmıyor galiba!

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Muhteşem bir müzik kulağım olsaydı...

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Yabani bir kedi...

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Tropik bir adada, hala kaldıysa bir yerli kabilesinin yanında

11. En önemli kusurunuz nedir?

Karamsarlıktan tembelliğe sayısız kusurum arasında başıma en fazla iş açanı saflığım. O da kusurdan çok bir erdem galiba.

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Kendimi aldatma yeteneğim ve sigara

13. Kahramanınız kim?

Maalesef hiç olmadı

14. En çok kullandığınız küfür?

Lise yıllarında aldığım bir karardan beri küfretmedim. “Alçak”tan daha ağır bir laf kullanmam.

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Battı balık yan gider!

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Özgürlük hiçbir şeydir, özgürleşmek her şey”

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Kendim için mutluluğu düşleyemiyorum. Belki yalnızca yazarken yaşadığım, bir tamamlanmışlık yanılsamasıyla ona eşlik eden, dağılıp çözülme, bütünün içinde erime arzusu!

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Bütün mutluluklar birbirine benzer ama herkesin, her anın mutsuzluğu kendine özgüdür. Bazen insanlar azap çektirir bize, bazen yalnızlık, kimi zaman umutsuzluk paramparça eder, kimi zamansa umut

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Amazon ormanlarına gitmek ve bu kez geri dönmemek... Kimse yaşayıp yaşamadığımı bilmesin.

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

“Üzülme, sen elinden geleni yaptın”.


Bu 20 soru köşesi yayınlanmaya başladığından beri kafamı kurcalayan bir mesele, kelimeler ile şeyler meselesi... Elbette konuyla ilgili ciddi bir külliyat var, bunun farkındayım, ama ilginç olan bugüne kadar çoğunlukla insanların, "nefret ettiğiniz kelime nedir?" sorusunu ilk önce içerik üzerinden düşünerek cevaplandırmaları. Yani bu soru çoğunlukla, "nefret ettiğiniz şey nedir?" şeklinde anlaşılıyor ve ona göre cevaplanıyor. Bu konuya Arif Verimli yazısında biraz değinmiştim ama Aslı Erdoğan bu konudaki düşüncelerimi sarih bir şekilde ifade etmiş. Gerçekten de asıl felaket "nefret ettiğimiz şeylerin adını koyamamak" olsa gerek. Diyelim ki bir şeyden çok nefret ediyoruz, ama onu bir türlü adlandıramıyoruz. Sanki terler içinde uyandığımız ama tam olarak neler olup bittiğini anlayamadığımız bir kabus gibi... Korkarak uyanır, kabusun etkisinden çıkmaya çalışırız. Ama rüya bildiğimiz anlamda bir dilsel form olmadığı için bu durumu adlandıramayız... Kelimeler olmasaydı, nefret ettiğimiz şeylerle savaşamazdık da... Aslı Erdoğan, belki de bir edebiyatçı duyarlılığıyla bu ilişkiyi çok güzel yakalamış.

"Muhteşem bir müzik kulağım olsaydı..." Sanki iç çeker gibi sesleniyor değil mi? Bu aslında bir sorunun cevabı değil. Ama tam da o yüzden gerçek bir cevap. Bir anket sorusuna böyle bir "üç nokta" ile cevap vermek, bence hem anket formatının tekdüzeliğini tahrip ediyor, hem de cevaplara ayrı bir sahicilik katıyor. Sahicilik bence hem Aslı Erdoğan'ın hem de onun metinlerinin temel niteliklerinden biri. Bunu bu soru-cevap köşesinde de görebiliyoruz.

Kelimeler sorusunda gördüğümüz, Aslı Erdoğan'ın nominalist tavrı, özgürlük konusunda da devam ediyor. Özgürlük baştan verili bir tanım üzerinden ulaşılması gereken nihai bir hedef değil, ama yolda olmanın kendisi, her atılan adımla birlikte kendini baştan yaratmaktır. Aslında böyle bir özgürlük anlayışını, saflığı erdem, küfür etmeyi olumsuzluk, hayatı tüm mutluluk-mutsuzluk kırıntılarıyla anlardan ibaret gören, belki de bir tür mistik düşünce tarzıyla birlikte düşünmek gerekli.

Aslı Erdoğan'ın 20 soruya verdiği cevaplar ben de onun kitaplarını yeniden okuma isteği uyandırdı. Olur da birileri bu yazdıklarımı görürse, umarım onda da aynı istek uyanır.
Paylaş

16 Mart 2010 Salı

Zafer Algöz

Bazen gerçekten soruların hakkını verenler de olmuyor değil. Ama işte, her zaman söylediğim bir şey var; biz Türkiye'de kolay kolay kişisellik noktasına gelemiyoruz. Çoğunlukla egolar, tek tip düşünce yapıları, belli bir ideolojiye gönderilebilir kalıplar öylesine ön plana çıkıyor ki, "bu kişi de bunu düşünmüş, bak ne kadar değişik, aferin ona" bir türlü diyemiyoruz.

13 Mart Cumartesi günü Taraf gazetesinde Zafer Algöz'ün cevapları yayınlandı. Şimdi ben hukuksal olarak bu cevapların tamamını yayınlama hakkına sahip olup olmadığımı bilmiyorum. Ama bu cevaplar yayınladığına ve ben de referans verdiğime göre bir sorun yoktur diye düşünüyorum. Zafer Algöz'ün cevapları bana hem yaratıcı, hem de oldukça naif geldi. "Bakın cevaplarını beğendiklerim de olmuyor değil" kabilinden cevapların tamamını yayınlamak istedim.

1. En sevdiğiniz kelime?

Kuzum

2. Nefret ettiğiniz kelime?

Belki

3. Ne sizi heyecanlandırır?

Spor

4. Heyecanınızı ne öldürür?

Heyecansız İnsanlar

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Bebek ve denizin sesi

6. Nefret ettiğiniz ses?

Matkap

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Morgda çalışmak istemezdim

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Dokunarak insanları iyileştirmek isterdim

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Babam

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

İtalya

11. En önemli kusurunuz nedir?

Mükemmelliyetçilik

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Sigara

13. Kahramanınız kim?

Charlie Chaplin

14. En çok kullandığınız küfür?

Hassiktir

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Değişken

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Yapabilenler yapar, yapamayanlar da nasıl yapılacağını anlatır

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Yelkenli ile dünya turu

18. Sizce mutsuzluğun tanımı?

Bardağın hep boş tarafını görenler

19. Nasıl ölmek isterdiniz?

Uykuda ölmek isterdim

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz?

Gerçek yaşama hoş geldin


Tabii burada en çok, mutsuzluğun tanımı'na verilen, "bardağın hep boş tarafını görenler" cevabı ilgimi çekti. Bilmiyorum belki farkında olmadan, belki de yanlışlıkla, bu soruya "bardağın hep boş tarafını görmek" cevabını vermemiş. Yani Zafer Algöz'ün mutsuzluk olarak nitelendirdiği durum, "bardağın boş tarafını görme eyleminin kendisi" değil, ama "bardağın boş tarafını görmekten başka bir şey yapamayan insanlar". Böylece etkinliğin eyleme değil de, eylemin taşıyıcısına verilmesi benim ilgimi çekti. Bir eylem her zaman kötü olmayabilir, ama kendinde kötü bu eylem bir durumun kendisi haline gelmişse, o zaman bu gerçekten mutsuzluğun tanımı haline dönüşür. Tabii Zafer Algöz bunları düşünmemiş de olabilir. Fark etmez, her halükarda hoş bir cevap.

Aslında buna benzer bir cevap, "en önemli kusurunuz nedir" sorusuna da verilmiş. Bazıları buna, "mükemmel olmam" şeklinde cevap veriyor. Kendini mükemmel addetmekle, mükemmeliyetçilik arasında büyük fark var. Bir tanesi bence epey hastalıklı bir duruma işaret ederken, ikincisi daha çok bir özeleştiri gibi. Yani bir etkinliğin, eylemin, durumun varabileceği nihai sonuç (felsefi tabirle erekselliği -teleolojisi) daha baştan öyle kesin saptanıyor ki, artık bu yürüyüşte atılabilecek her adım bir tür kusur haline gelebiliyor. Çünkü mükemmeliyetçilik, mükemmel olmak demek değildir. Kaldı ki mümkün bir mükemmelin varlığı da kuşkuludur...

Zafer Algöz'ün biraz muzip, biraz romantik cevapları hoşuma gitti. Ölümle kurduğu mistik ve matriksvari ilişki de bize aslında ne kadar derin bir adam olduğunu anlatıyor. Bir de şu tipik ahlakçılardan olmayıp, "hassiktiri" açık açık yazması ayrıca takdiri hak ediyor. Umarım böyle sıradışı cevapları burada daha fazla ağırlama olanağı bulabiliriz.




Paylaş

13 Mart 2010 Cumartesi

Bir giriş ve Arif Verimli

20 soru, Marcel Proust'un bulduğu ve Bernard Pivot ile James Lipton'un geliştirdiği bir tür anket. 19. yüzyıl Paris'inde çok sevilen bir salon oyunu olan 20 sorunun arkasında Fransız liderlerinden Felix Faure'un meraklı kızı Antoinette Faure olduğu da rivayet ediliyor. (http://www.internethaber.com/taraf-yanlis-kisiye-saygi-sunmus-217836h.htm)

Bu sorulara bazen oldukça hoş ve zekice cevaplar verildiği oluyor. Ancak benim gözlemlediğim, soru sorulan kişinin, "aman güzel cevap vereyim, zekice bir şey bulmalıyım" psikolojisine girip sorulara vereceği asıl cevabı kendine saklaması, ya da hiç düşünmemesi. Bir de soruları yanlış anlayanlar, mesela, "en sevmediğiniz kelime" sorusunu, "en sevmediğiniz şey" olarak cevaplayanlar oluyor. Bence bu verilen cevaplar üzerinden birtakım sonuçlara varabiliriz. Bu soruların muhatabı olarak seçilenler, genelde toplumca tanınan kişiler oluyor. Ama bazen öyle kısır cevaplar veriliyor, sorular öyle bir yanlış anlaşılıyor ki insan bu kişilerin bulundukları konuma nasıl geldiklerini sorgulamadan edemiyor. (Hoş bir anekdot olarak aktarıyorum: eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakçıoğlu
, "öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı'nın size kapıda ne söylemesini istersiniz" sorusuna, "öyle şey olmaz. bizim tanrımız Allah'tır, Allah konuşmaz. Bu soru derhal listeden çıkarılsın" minvalinde bir cevap vermişti.)

Kendisine hiçbir garezim olmamasına rağmen, 12 şubat 2010 tarihli taraf gazetesinde Arif Verimli
'nin verdiği cevapların neredeyse bir prototip olarak alınabileceğini düşünüyorum. Bu cevapları, nereleri tutarsız bulduğumu kısa bir şekilde kendimce açıklamaya çalışacağım.

Daha 2. soruda Arif Verimli
, "nefret ettiğiniz kelime nedir?" sorusuna "uyuşturucu" cevabını vermiş. Bence tipik bir, "en nefret ettiğiniz şey nedir" cevabı. Bir kelime olarak uyuşturucudan insan neden nefret etsin ki? Ayrıca öyle olağan bir şekilde sıkça karşımıza çıkan bir kelime mi ki "uyuşturucu", ondan kelime olarak nefret edelim. He belki hoca uyuşturucunun kendisinden öyle nefret etmiştir ki, kelimesine bile tahammül edemiyordur. Bu olabilir, ama ben yine de burada bir popülizm görüyorum.

Buna benzer bir popülizm bence şu cevapta da var. Soru: "heyecanınızı ne öldürür?", cevap: "bilimin yerini şarlatanların aldığını görmek, başarısızlık". Eğer bilimi
her yönüyle savunuyorsanız, kaldı ki hoca bir bilim insanı, o zaman şarlatanların varlığı neden heyecanınızı öldürsün. Hatta tam tersine bence daha çok bilime başvurmayı kamçılamalı ki, bu "şarlatanca" görüşlerin yerini, bilimin saf, değişmez doğruları alsın. Bir de bu durumun neden heyecanı öldürdüğünü de anlamadım. Ne yani birileri Arif Beye geliyor ve, "hocam şarlatanlar yine iş başında, bilimi çarpıtıp çarpıtıp duruyorlar" diyor, Arif Hoca da, "aman allahım olamaz. Bak şimdi, bütün heyecanım kaçtı. Ben bu şartlar altında çalışamam" deyip masasından kalkarak evinin yolunu mu tutuyor?! Başarısızlık konusu için de aynı şey söylenebilir. Hoca ters motivasyonu benden daha iyi biliyordur. Hatta bilim yapmanın bu ters motivasyon, yani başarısızlığa uğrayıp yeniden daha yetkin araçlarla çalışılan konuyu incelemek olduğu söylenebilir.

Hoca haklı olarak bilim karşıtlığından muzdarip ama bunu cevaplara sokma isteği, çelişkiye düşmesine neden oluyor. "Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?" sorusuna verdiği cevap, "büyücülük
, medyumluk, şifacılık, üçkağıtçılık". Hocam bunlar meslek mi ki siz bunları yapmak istemiyorsunuz?Sokaklarda işportacı büyücüler geziyor ya da Türkiye Medyumlar Odası diye bir şey var da biz mi bilmiyoruz. Elbette birilerinin insanların çaresizliğinden yararlanıp çıkar elde etmelerinin tasvip edilecek bir yanı yok. Ama daha geniş bakarsak, büyücülük, şifacılık ve hatta medyumluk modern bilimin öncüsü değil midir? Şamanların şifa olsun diye yaptıkları büyüler, ya da ilkel ilaçlar modern tıp tarihinin arkaik kökenini oluşturmazlar mı?

Tamam, bitiyor, az kaldı. İncelemek istediğim son soru-cevap.

Genelde yanlış ya da çok düşünülmeden cevap veriliyor bu soruya. "Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?", cevap: "kendini biraz daha aşmış kendim olurdum". Kendinin-değili, nasıl kendinin aşılmış hali olabilir? Bu daha en başta mantıksal bir imkansızlık değil mi? bu soruya bazen de, "kendimden memnunum" şeklinde cevaplar veriliyor. İyi de, "kendinizden memnun musunuz?" denmiyor ki. Elbette insanın kendisini, kendisinin kendisi olmadığı bir dünyada düşünmesi çok zor, hatta imkansız. Ama bu soru da şöyle bir naiflik yok mu: "dünyayı algılayışınız açısından, nasıl bir karakterle özdeşlik kuruyorsunuz?". İşte mesela doğru dürüst yüzmeyi bile bilmiyorum diyelim ki, ama Kaptan Cousteau
'nun araştırmacı ruhu ve doğaya duyduğu ilgi, onunla kendim arasında bir bağ kurmama neden olabilir; ya da mesela kitap okumayı çok seviyorum, ama iyi bir yazar değilim. Bu soruya öykündüğüm bir yazarın adını verebilirim. Örnekler çoğaltılabilir.

Daha fazla uzatmak istemiyorum. Dediğim gibi derdim Arif Verimli
değil. Nitekim, "hayat felsefesi" ile ilgili soruya verdiği, "vicdanının kabul etmediği hiçbir şeyi kabul etme" cevabı hoşuma da gitti.

(not: bu yazı daha önce ekşi sözlükte yayınlanmıştır.)
Paylaş

20 soru

Bu bloğun adresi, "20soru.blogspot.com" olacaktı, ancak bu adres alındığı için böyle bir yol seçmek zorunda kaldım. Yolumuza mecburen "yazıyla yirmi" ile devam edeceğiz.

Bu bloğu açmamın nedeni, Taraf gazetesinde yayınlanan 20 soruya verilen cevapları değerlendirmek. Bu sorulara verilen cevapların popüler kültür-iletişim-medya gibi konularda çalışan sosyal bilimciler için verimli birer veri olabileceğini düşünüyorum. Tabii ben böyle bir bilimsel değerlendirme yapmak gibi bir iddia taşımıyorum. Ancak bu soruların muhatapları genelde toplumca tanınmış ve kimi zaman da kanaatlerine önem verilen kişiler olduğu için, bu cevapların, o kişilerin kendi kimliklerini de aşan bir yansıması olabileceğini düşünüyorum. Şimdi artık söylenen bir sözün pek de bir değeri yok gibi. Televizyonda, gazetede bir söz söyleniyor, hatta bir tiyatro sahnesindeymiş gibi kuralına uygun bir oyun oynanıyor, ancak gerçekte neler olup bittiğini tam olarak kavrayamıyoruz. Karşımızda sahnelenen bu oyunun etkileri belki de uzun bir zaman dilimine yayılıyor. Taraf gazetesindeki bu 20 soruluk anket de adeta zamanı durduruyor. Popüler kültürün öyle ya da böyle içindeki kişiler verdikleri cevaplarla toplumun zihniyetine dair bir katmanı açığa çıkartıyorlar. Elbette bu katmana nüfuz etmek oldukça güç bir iş. Ancak biz bu cevapları hiç ele alamayız da değil. Madem ki bu cevaplar verildi ve gazete kağıdına kazındı. Artık bizim onlar hakkında istediğimizi düşünme, onları yorumlama ve hatta onlarla dalga geçme hakkımız da var.

Sözü çok da fazla uzatmadan, daha önce Ekşi Sözlük'de yazılmış bir entry ile başlayalım. İlk konuğumuz Arif Verimli.
Paylaş