13 Mart 2010 Cumartesi

Bir giriş ve Arif Verimli

20 soru, Marcel Proust'un bulduğu ve Bernard Pivot ile James Lipton'un geliştirdiği bir tür anket. 19. yüzyıl Paris'inde çok sevilen bir salon oyunu olan 20 sorunun arkasında Fransız liderlerinden Felix Faure'un meraklı kızı Antoinette Faure olduğu da rivayet ediliyor. (http://www.internethaber.com/taraf-yanlis-kisiye-saygi-sunmus-217836h.htm)

Bu sorulara bazen oldukça hoş ve zekice cevaplar verildiği oluyor. Ancak benim gözlemlediğim, soru sorulan kişinin, "aman güzel cevap vereyim, zekice bir şey bulmalıyım" psikolojisine girip sorulara vereceği asıl cevabı kendine saklaması, ya da hiç düşünmemesi. Bir de soruları yanlış anlayanlar, mesela, "en sevmediğiniz kelime" sorusunu, "en sevmediğiniz şey" olarak cevaplayanlar oluyor. Bence bu verilen cevaplar üzerinden birtakım sonuçlara varabiliriz. Bu soruların muhatabı olarak seçilenler, genelde toplumca tanınan kişiler oluyor. Ama bazen öyle kısır cevaplar veriliyor, sorular öyle bir yanlış anlaşılıyor ki insan bu kişilerin bulundukları konuma nasıl geldiklerini sorgulamadan edemiyor. (Hoş bir anekdot olarak aktarıyorum: eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakçıoğlu
, "öldüğünüzde cennete giderseniz tanrı'nın size kapıda ne söylemesini istersiniz" sorusuna, "öyle şey olmaz. bizim tanrımız Allah'tır, Allah konuşmaz. Bu soru derhal listeden çıkarılsın" minvalinde bir cevap vermişti.)

Kendisine hiçbir garezim olmamasına rağmen, 12 şubat 2010 tarihli taraf gazetesinde Arif Verimli
'nin verdiği cevapların neredeyse bir prototip olarak alınabileceğini düşünüyorum. Bu cevapları, nereleri tutarsız bulduğumu kısa bir şekilde kendimce açıklamaya çalışacağım.

Daha 2. soruda Arif Verimli
, "nefret ettiğiniz kelime nedir?" sorusuna "uyuşturucu" cevabını vermiş. Bence tipik bir, "en nefret ettiğiniz şey nedir" cevabı. Bir kelime olarak uyuşturucudan insan neden nefret etsin ki? Ayrıca öyle olağan bir şekilde sıkça karşımıza çıkan bir kelime mi ki "uyuşturucu", ondan kelime olarak nefret edelim. He belki hoca uyuşturucunun kendisinden öyle nefret etmiştir ki, kelimesine bile tahammül edemiyordur. Bu olabilir, ama ben yine de burada bir popülizm görüyorum.

Buna benzer bir popülizm bence şu cevapta da var. Soru: "heyecanınızı ne öldürür?", cevap: "bilimin yerini şarlatanların aldığını görmek, başarısızlık". Eğer bilimi
her yönüyle savunuyorsanız, kaldı ki hoca bir bilim insanı, o zaman şarlatanların varlığı neden heyecanınızı öldürsün. Hatta tam tersine bence daha çok bilime başvurmayı kamçılamalı ki, bu "şarlatanca" görüşlerin yerini, bilimin saf, değişmez doğruları alsın. Bir de bu durumun neden heyecanı öldürdüğünü de anlamadım. Ne yani birileri Arif Beye geliyor ve, "hocam şarlatanlar yine iş başında, bilimi çarpıtıp çarpıtıp duruyorlar" diyor, Arif Hoca da, "aman allahım olamaz. Bak şimdi, bütün heyecanım kaçtı. Ben bu şartlar altında çalışamam" deyip masasından kalkarak evinin yolunu mu tutuyor?! Başarısızlık konusu için de aynı şey söylenebilir. Hoca ters motivasyonu benden daha iyi biliyordur. Hatta bilim yapmanın bu ters motivasyon, yani başarısızlığa uğrayıp yeniden daha yetkin araçlarla çalışılan konuyu incelemek olduğu söylenebilir.

Hoca haklı olarak bilim karşıtlığından muzdarip ama bunu cevaplara sokma isteği, çelişkiye düşmesine neden oluyor. "Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?" sorusuna verdiği cevap, "büyücülük
, medyumluk, şifacılık, üçkağıtçılık". Hocam bunlar meslek mi ki siz bunları yapmak istemiyorsunuz?Sokaklarda işportacı büyücüler geziyor ya da Türkiye Medyumlar Odası diye bir şey var da biz mi bilmiyoruz. Elbette birilerinin insanların çaresizliğinden yararlanıp çıkar elde etmelerinin tasvip edilecek bir yanı yok. Ama daha geniş bakarsak, büyücülük, şifacılık ve hatta medyumluk modern bilimin öncüsü değil midir? Şamanların şifa olsun diye yaptıkları büyüler, ya da ilkel ilaçlar modern tıp tarihinin arkaik kökenini oluşturmazlar mı?

Tamam, bitiyor, az kaldı. İncelemek istediğim son soru-cevap.

Genelde yanlış ya da çok düşünülmeden cevap veriliyor bu soruya. "Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?", cevap: "kendini biraz daha aşmış kendim olurdum". Kendinin-değili, nasıl kendinin aşılmış hali olabilir? Bu daha en başta mantıksal bir imkansızlık değil mi? bu soruya bazen de, "kendimden memnunum" şeklinde cevaplar veriliyor. İyi de, "kendinizden memnun musunuz?" denmiyor ki. Elbette insanın kendisini, kendisinin kendisi olmadığı bir dünyada düşünmesi çok zor, hatta imkansız. Ama bu soru da şöyle bir naiflik yok mu: "dünyayı algılayışınız açısından, nasıl bir karakterle özdeşlik kuruyorsunuz?". İşte mesela doğru dürüst yüzmeyi bile bilmiyorum diyelim ki, ama Kaptan Cousteau
'nun araştırmacı ruhu ve doğaya duyduğu ilgi, onunla kendim arasında bir bağ kurmama neden olabilir; ya da mesela kitap okumayı çok seviyorum, ama iyi bir yazar değilim. Bu soruya öykündüğüm bir yazarın adını verebilirim. Örnekler çoğaltılabilir.

Daha fazla uzatmak istemiyorum. Dediğim gibi derdim Arif Verimli
değil. Nitekim, "hayat felsefesi" ile ilgili soruya verdiği, "vicdanının kabul etmediği hiçbir şeyi kabul etme" cevabı hoşuma da gitti.

(not: bu yazı daha önce ekşi sözlükte yayınlanmıştır.)
Paylaş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder